“Bilgiyi üreten, hayatta işlevsel olarak kullanabilen, problem çözebilen, eleştirel düşünen, girişimci, kararlı, iletişim becerilerine sahip, empati yapabilen, topluma ve kültüre katkı sağlayan” bireylerin yetiştirilmesini istiyor öğretim programlarımız bizden…
Peki biz bu özelliklere sahip çocuklar yetiştirmek istiyor muyuz öğretmenler olarak?
Hayır! Biz hala kendimizi bilginin tartışılmaz sahibi ve öğrencileri de bu bilgilerimizi aktaracağımız nesneler olarak görüyoruz ekseriyetle… Sessizce oturup bizi dinleyen, söylediklerimizi harfi harfine not eden, verilen direktiflere koşulsuz boyun eğen, sunulana rıza gösteren öğrenciler arzu ediyoruz büyük çoğunluğumuz…
Farklılığı yönetmek zor geliyor. Çeşitlilik korkutuyor. Eğitim sürecinin kontrolünü elimizde tutmak istiyoruz. Biz etken olmak istiyoruz varsın öğrenci edilgen olsun. Çünkü ancak bu şekilde kendimizi güven içinde hissediyoruz.
Hani kendi öğrenmelerinin sorumluluğunu verecektik öğrencilere… Dersin planlanması, öğrenme öğretme sürecinin yürütülmesi, sürecin değerlendirilmesi aşamalarında onların bireysel ilgi ve isteklerini göz önünde tutacaktık!
Biz daha kendi giyecekleri kıyafeti seçme özgürlüğü tanımıyoruz ki çocuklara!
Sınıf öğretmeninin resim dersinde çocuklara bir ev çizip “herkes böyle ev bir çizsin ve şu renklere boyasın” demesi gibi hala çocukların ne giyeceklerine biz karar veriyoruz. Her öğrencinin farklı bir birey olduğunu, kalıtımsal, çevresel ve kültürel faktörlerden kaynaklanan bireysel farklılıklarının bulunduğunu, farklı zevkleri, farklı duygu ve düşüncelerinin olduğunu/olması gerektiğini kabul edemiyoruz. Çocuğun pantolonunun rengi, düşüncelerinden ya da yeteneklerinden daha önemli geliyor bize. Disiplini sağlamanın ve otoriteyi oluşturmanın yegane yolunun bu olduğunu düşünüyoruz çünkü!
Okul forması ile eşitlemeye çalışıyoruz tüm çocukları…
Dewey “eğitim hayatın kendisidir” der. Okul, hayata hazırlayan bir yer değil, günlük hayatı aynen yansıtan, hayatın basitleştirilerek sunulduğu bir yer olmalıdır. Çocuk, gerçek bir dünyada yaşamak için günlük hayatta karşılaşabileceği problemleri çözmeyi de okulda öğrenmelidir ona göre.
Ama biz okulu toplumsal hayatın bir parçası olarak kabul etmiyor/edemiyoruz. Gerçek yaşam şartlarından yalıtılmış, gerçeklikten koparılmış bir eğitim ortamı inşa ediyoruz kendi ellerimizle. Okul kapısından çıktıktan sonra –sokakta, oyun parkında, markette, sokakta, kursta- hayatın tüm gerçeklerini yaşamaya devam edecek olan çocuğu belirli bir süre hayatın gerçeklerinden yalıtarak çözmeye çalışıyoruz problemi. Tek tip kıyafete rağmen başaramıyoruz bunu. Çünkü çantada, ayakkabıda, montta, cebindeki son model cep telefonunda kendini belli eden statü farkını ortadan kaldıramıyoruz bir türlü… Kaldı ki doğru dürüst uygulamaya da koyamıyoruz bu çok inandığımız hayati kuralı. Gardiyan misali manasız boğuşmalar yaşıyoruz her sabah çocuklarla ama mesafe katedemiyoruz bir türlü…
Formalarla oluşturmaya çalıştığımız yapay eşitlik yerine öğrencilerimizde benlik saygısı oluşturmak, ‘kendilerini ve başkalarını koşulsuz sevme, kabul etme’ anlayışı geliştirmek için uğraşmıyoruz. Mümkün olduğunu düşünmüyoruz böyle içsel bir gücü oluşturmanın…
Mümkün mü?
“Kapı açılır sen yeter ki vurmayı bil. Ne zaman? Bilmem. Yeter ki o kapıda durmayı bil.” (Mevlana)
Dr. Şeyma Şahin