KISKANÇLIK ve SEVGİYE DAİR

Sahi kıskançlık neydi?

Kıskançlık; Chraysostom’a göre, “bir güvenin kumaşı yemesi gibi, insanı yiyip bitiren”di… Rochefoucauld’a göre; “başkalarının iyiliğine tahammül edemeyen, bir kudurganlık”tı… Cenap Şahabettin’e göre, “başkasının balını kendi ağzına zehir etmek”ti… Shakespeare’in tabiriyle ise “yeşil gözlü bir canavar”dı… Râgıb el-İsfahânî’ye göre “Başkasının nail olduğu bir nimete bakıp kişinin aynı şeye kendisinin de sahip olmasını temenni etmesi” demek olan “gıpta”dan ayrılandı bu manada…

Kıskançlık; kişinin kendilik algısındaki bir problem durumuydu aslında… Kendi ile barışık olamamak, özgüveni az olmak demekti… Eksiklik ve yetersizliği de içinde barındıran negatif bir duygu durumuydu… Kendi değerinden duyulan şüpheydi… Sevilme ve onaylanma ihtiyacı hissetmekti daima… Kıskançlık, etrafındaki insanları ona ait sanmak, muhatabı üzerinde hakimiyet kurmaya ihtiyaç duymaktı… Kişilere güvenememek, daima şüphe içinde olmaktı… Korku duymaktı… Kaybetme korkusu, terkedilme korkusu… Kıskananın problemi kıskanılanla değil, kendisiyleydi aslına bakıldığında…

Kıskançlık, yoksunluk duymaktı… Kendi mutluluğuna, içsel hazinelerini geliştirmeye odaklanmayıp “olduğu” ile “olmak istediği” arasındaki boşluğa odaklanmak, başkalarının sahip olduklarına çevirmekti dikkatini… Bazen başkalarının hayata karşı duruşunu ve içsel güzelliklerini görüp/hissedip yoksunluk duymaktı… Bazen de başkalarının görünür halleri ile kendi içindekileri karşılaştırma yanılgısına düşmek ve karşılaştırdıkça derinleştirmekti o boşluğu… Başkalarıyla ilgilenmekten kendi sahip olduklarını göremez hale gelmek, elindeki nimetlere şükredememekti… Azı da çoğu da zarar olandı kıskançlık…

Kıskançlık; kişinin onaylanmak ve öz benliği hakkında karar vermek için sürekli kendini birileriyle kıyaslaması/karşılaştırmasıydı… Kıskandığı kişiyi temele alarak kendi değerini belirlemeye çalışmaktı… Diğerinin yeterliliklerini kendi yetersizliği olarak algılamaktı… Herhangi bir alanda ondan daha iyi olduğunu düşündüğü insanlarla karşılaştıkça “neden ben onun sahip olduğu şeylere sahip değilim?” sorusunu sormaktı kendi kendine hiç durmadan… Diğerleri sahip olursa bir şeylere, kendisinin sahip olamayacağını düşünmekti… Kendini diğerleri ile karşılaştırmak rekabeti, rekabet ise esareti getirirdi halbuki…

Kıskançlık, bir seçimdi aslında… Sessizce yayılan bir virüstü adeta kişinin kendi iradesiyle ürettiği, beslediği… Kıskanan kişiyi içten içe kemiren bir kurttu… Peygamber Efendimizin “Hasetten sakının. Çünkü ateşin odunu yakıp tükettiği gibi haset de iyi amelleri yakar, bitirir.” Hadisi Şerifinde bahsettiği gibi iyilikleri yok edendi…Üzüntü, endişe ve huzursuzluk verendi…

Kıskançlık, kıskanılan kişiyi de etkileyebilirdi elbette… Varlığının ortadan kaldırılmaya çalışıldığı düşüncesi karşısında güvensiz hissedebilirdi kişi kendisini … Varlığının problem olarak algılanması çaresizlik duygusu oluşturabilirdi belki de onda… Ama asıl zararda olan kıskanandı hiç şüphesiz! Kıskanç kişi cehennemde yaşardı adeta… Kıskançlık kor gibi yakar, kasıp kavururdu taşıyıcısını… Üstüne üstlük ulaşamazdı emellerine, korktuklarından da emin olamazdı hiç… Kişilerle arasındaki köprüleri kendi tercihleriyle, kendi elleriyle yıkmış olsa da, tecrit edilmiş, terk edilmiş, dışlanmış, mahrum bırakılmış ve haksızlığa uğramış hissederdi kendisini daima…

Kıskançlık sevgisizlik demekti en temelinde… Kişinin kendisini ve dolayısıyla mahlukatı koşulsuzca sevememesiydi… Ancak kendisini koşulsuzca seven, özgüveni yüksek bireylerin başkalarını da koşulsuzca sevebileceğini bilememesiydi… Spinoza, ancak sevmediğimiz kişileri kıskandığımızı söyler ya o zaman sevgi, kıskançlığın çaresiydi…

Sahi sevgi neydi?

Sevgi, yargılamadan, ötelemeden, anlayışla bakmaktı varlığa… “Güzel bakan güzel görür, güzel görense hayatından lezzet alır” ya, işte sevgi güzel bakmak ve güzele odaklanmaktı eksiklikler yerine… Onu sevmeyeni de sevmekti koşulsuzca… Karşındaki kişi kendisi ve diğerleri ile bütünlüğünü sağlayamadıysa eğer, ona kızmak yerine şefkat duymaktı… Kendisini yargılayanı yargılama yanılgısına düşmemekti…

Sevgi, insanların başarılarına saygı duymak, onların ilerlemesi, becerileri, imkânları için mutlu olmaktı… Dayanışma içinde olmaktı ortak amaçlarda… Kalbi bir ilişki kurarak kişilerle, güzelliklerini fark etmek, kıskançlık yerine hayranlık duymaktı onlara… Başarılarından ilham almak ve başarmaya motive olmaktı…

Sevgi; kıyas kabul etmeyendi… Kendini başkaları ile karşılaştırmamaktı… Herkesin biricik olduğunu, farklı deneyimlere sahip olduğunu bilmekti… Aynı şartlara sahip değildi zira bir kişi bir diğeriyle… Herkesin daha iyi ya da daha az iyi olduğu belli alanlar vardı… Her bireyin güçlü tarafları, zayıf tarafları vardı… “Bütün parçaların toplamından fazla bir şeydir” demişti ya Koffka… Sevgi, kişinin bir parçasını, diğerinin bir parçası ile karşılaştırmamasıydı…

Sevgi, sahip olduklarına şükretmekti… Mutluluk ve huzurun kimin daha çok şeye sahip olduğuyla ilgili olmadığını fark etmekti… Kimseyle rekabete girmemekti… “Kuzgun, bağda kuzgunca bağırır. Ama bülbül, kuzgun bağırıyor diye güzelim sesini keser mi hiç?” demişti Mevlana… “Kıskanan, elde edemez.” demişti Şinâsî de… Rekabetin kazananı olmadığını ama mutlaka bir kaybedeni olduğunu bilmekti… Yarışmak yorardı… Yarışacaksa illaki, kendisiyle yarışmalıydı insan…

Sevgi kendini bilmek ve kendi yoluna odaklanmaktı… Her gün daha iyi ve daha iyi olmaya çalışmaktı başkası gibi olmaya ihtiyaç duymadan… Hiç kimsenin bir diğeri ile aynı özelliklere ve tecrübelere sahip olmadığını bilmekti… “Kişi en büyük mutluluğu kendini temaşa ederken, başkalarında bulamadığı bir özelliği kendisinde fark ettiğinde yaşayacaktır” der ya Spinoza, kendi kendini temaşa etmekti sevgi hayranlıkla…

Dr. Şeyma Şahin

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked *